İnsanın Fabrika Ayarları 3: Sınırları Aşmak

nsanin-fabrika-ayarlari-sinirlari-asmak-

İnsanın Fabrika Ayarları serisi, modern insanın yaşamını şekillendiren biyolojik, psikolojik ve toplumsal dinamikleri anlaşılır ve akıcı bir dille ele alan, hayatın akışını kısa bir süre de olsa durdurup ne yaptığımızı, neden yaptığımızı ve yaptığımız işlerin mahiyetini düşünmemize fırsat yaratan oldukça ilginç bir seri. Daha önce Sinan Canan’ın kaleminden çıkan Değişen BeynimKimsenin Bilemeyeceği ŞeylerUnutulacak Şeyler kitaplarının hem bir özeti hem de içerik haritası niteliğini de taşıyan bu serinin İnsanın Fabrika Ayarları 1: Beden, İnsanın Fabrika Ayarları 2: İlişkiler ve Stres kitaplarını daha önce okumuş, önemli bulduğum noktaları paylaşmıştım. Bu özetler ilginizi çekerse mutlaka kitapları alıp, okumanızı da tavsiye ederim. Zira satır aralarına kadar oldukça zengin bir içeriğe sahipler.

İlk kitap olan Beden‘de, bir biyolojik canlı olarak insanın çevre ve doğayla olan ilişkisi aşağıdaki başlıklarda işlenmiş.

İnsanın Fabrika Ayarları: Beden

Fabrika Ayarlarına Dönüş
Kitap, bu bölümde sanayi ve teknolojiyle değişen yaşam biçimimizin, insanın doğasına ne kadar uzaklaştığını sorguluyor. Bu uzaklaşmanın fiziksel ve ruhsal etkilerini ele alarak, daha sağlıklı bir yaşam için “fabrika ayarlarına” dönüşün farklı yollarını gösteriyor.

Hareketin Önemi
Canan, yerleşik yaşamla birlikte azalan fiziksel hareketin, insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri sıralarken, ilk insanların avlanma, taşıma gibi doğal aktivitelerle sürdürdüğü hareketli yaşam tarzının, modern insan için nasıl yeniden uyarlanabileceğini izah ediyor.

Beslenme Alışkanlıkları
Modern beslenme biçimlerinin evrimsel geçmişimizle uyumsuz olduğunu vurguluyor. Az, çeşitli ve aralıklı yemek yeme alışkanlıklarının beden sağlığı üzerindeki olumlu etkileri bilimsel verilerle destekleniyor.

Stres ve Ruhsal Sağlık
Doğada akut stresle başa çıkabilen insanın, şehir yaşamının getirdiği kronik stresle mücadelede zorlandığı anlatılıyor. Bu durumun metabolik ve psikolojik bozulmalara yol açtığına dikkat çekiliyor. Bu konu serinin ikinci kitabında daha derinlemesine ele alınıyor.

Kendini Tanıma ve Bilinçli Yaşam
Kitap, okuyucuyu kendi bedenini ve zihnini tanımaya, yaşam tarzını bu bilgiler doğrultusunda şekillendirmeye davet ediyor. Sorularla düşünmeye sevk eden bir anlatım tarzı benimsiyor.

İnsanın Fabrika Ayarları 2: İlişkiler ve Stres

İkinci kitap İlişkiler ve Stres‘te ise sosyal bir canlı olan dahası olması gereken insanın nasıl yalnızlaştığı, strese boğulduğu ve bu nedenle genel sağlığını da nasıl kaybettiği aşağıdaki başlıklar altında inceleniyor.

İnsan İlişkilerinin Evrimsel Temeli
Kitap, insanın sosyal bir varlık olarak evrimleştiğini ve sağlıklı ilişkilerin hem psikolojik hem de fizyolojik açıdan yaşamsal önem taşıdığını vurguluyor. Yalnızlık, dışlanma ve bağ kuramama gibi durumların sağlık üzerindeki olumsuz etkileri bilimsel verilerle açıklanıyor.

Stresin Doğası ve Etkileri
Stresin, hayatta kalmak için evrimsel olarak geliştirilmiş bir mekanizma olduğu ancak modern yaşamda kronik hale gelerek hastalıklara yol açtığı anlatılıyor. Kitap, stresin beden üzerindeki etkilerini sade ve anlaşılır bir dille ele alıyor. Özellikle kronik stresin kortizol seviyemizi tavan yaptırarak bilinen bütün hastalıklara karşı bizi nasıl savunmasız hale getirdiği bölümü dikkatle okumanızı öneririm. 

İlişkilerde Denge ve İletişim
Sağlıklı ilişkilerin kurulması için empati, açık iletişim ve güvenin önemi vurgulanıyor. Canan, bireyin kendi duygusal ihtiyaçlarını tanıması ve karşısındakini anlaması üzerine öneriler sunuyor.

Bilimsel Sorularla Farkındalık
“Yalnız kalınca neden erken ölüyoruz?”, “Stres bizi neden hasta ediyor?”, “İlişkiler neden bu kadar karmaşık?” gibi sorularla okuyucuyu düşünmeye sevk eden kitap, cevaplardan çok farkındalık yaratmayı amaçlıyor dahası bu soruların cevaplarını kendinize göre bulmaya sevk ediyor.

Gelişim ve Dönüşüm
Canan, okuyucunun kendi ilişkilerini ve stres düzeyini gözlemleyerek daha sağlıklı bir yaşam kurmasına yardımcı olmayı hedefliyor. Bilimsel bilgilerle desteklenen öneriler, günlük yaşama kolayca uyarlanabilir nitelikte.

İnsanın Fabrika Ayarları Sınırları Aşmak

Üçüncü ve son kitap Sınırları Aşmak‘ta ise Mashlow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine işaret eder şekilde, bedensel ve duygusal ihtiyaçları karşılanmış, bu konuda kendini güvende hisseden insanın yaşayacağı dönüşüm ve değişim ele alınıyor.

Sınırları Aşma Güdüsü
Bu bölümde yazar insanın doğuştan gelen bir güdüyle biyolojik, sosyal, kültürel ve teknik sınırları aşmaya çalıştığını savunuyor. Bu güdü, gelişimin ve dönüşümün temel itici gücü olarak ele alınmış.

Konfor Alanı ve Huzursuzluk
İnsanların konfor alanına sıkıştıklarında nasıl huzursuz ve tatminsiz hissettikleri, bu alanın dışına çıkmanın dönüşüm, gelişim ve mutluluk için ne kadar önemli olduğu bu bölümde ele alınmış.

Akış Durumu ve Potansiyel
“Akış” kavramı, bireyin zorluk ve beceri düzeyinin dengede olduğu anlarda yaşadığı yüksek verimlilik ve tatmin hali olarak tanımlanır. Kitap, başarılı insanların bu duruma ulaşarak sınırlarını nasıl aştıklarını örneklerle açıklıyor. Bence Akış Hali kavramının vücut bulmuş hali, Messi’nin insanüstü bir başarıyla herkesi çalımlayarak attığı ve Maradona kopyası olarak adlandırılan golüdür.

İnanç ve Görüşlerin Gerçekliği
Canan, İnsanların farklı inanç ve görüşlere sahip olmasının nedenleri, bu çeşitliliğin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine düşünsel bir çerçeve sunmuş. Kitap, bireyin kendi düşünsel sınırlarını fark etmesini ve sorgulamasını teşvik ederken farklılıkların neden zenginlik olduğunu da eşsiz bir şekilde okuyucusuna aktarıyor.


Sınırları Aşmak

Psikolojide “beyaz önlük etkisi” (white-coat effect) olarak geçen bu etki, tıpta yine benzer bir adla bilinen “beyaz önlük tansiyonu” denen bir durumla ilgilidir. Kişilerin tansiyon ölçümleri beyaz önlüklü bir doktor tarafından alınırsa bir miktar daha yüksek ölçülür; zira insanlar beyaz önlük karşısında normalden biraz daha heyecanlanırlar. Sosyal beyaz önlük etkisinde ise kişiler, karşılarında takım elbiseli yahut doktor önlüğü gibi profesyonel kıyafetli insanları görünce, onların söylediklerini daha ciddiye alma eğilimindedirler. Bu kıyafetleri giyen kişilerde de benzer bir değişim görülür: Kendilerine normalden daha çok güvenir ve daha isabetli, daha cesur kararlar alabilirler.


Tüm canlılar, karınları tok ve güvende olduklarında rahattırlar. Ama insan, biyolojik ihtiyaçlarını giderdiğinde insanî ihtiyaçlarının çağrısına kulak vermek durumundadır artık. Bedensel ihtiyaçlarının hemen peşinden düşünmek, sorgulamak, araştırmak, anlamak, anlam vermek, keşfetmek, icat etmek, birleştirmek, yenilikler yaratmak, sanat üretmek gibi bir dizi garip ihtiyaç sökün eder.

Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar bu tip insanlarla (araştırıcı, risk alan, birleştirici ve normal dışı davranan) bazı zihinsel hastalıklara sahip bazı insanlarla ortak bir yönü olabileceğini gösteriyor. Bunlardan bir tanesi, dopamin maddesinin beyinde etki görmesini sağlayan D2 tipindeki dopamin algılayıcılarının sayısının normalden daha az olması gibi görünüyor.

Mekanizma kabaca şöyle işliyor: Talamus, beynin tam orta yerinde, beyne giren ve beyinden çıkan bilginin süzüldüğü, hangi bilginin nereye gönderileceğine karar verildiği bir iletişim santrali gibi görev görür. Dopamin, bu santralin süzme işlevini yapmasında önemli bir rol oynar. Bu sayede zihnimizi bir sorun üzerine odaklayabilir, soruna dair öğrendiğimiz yöntemleri diğer fikir ve düşüncelerden ayıklayarak uygulayabiliriz. D2 alıcılarının normalden daha az olması durumunda ise bu filtre sistemi biraz daha az seçici çalışır ve böylece bu kişiler, herkesin baktığı şeylere bakarken, süzgeç sistemleri iyi çalışmadığı için bambaşka şeyler düşünebilirler. Bu da belli bir düzeyde yaratıcı düşünceyi tetiklerken daha ağır durumlarda şizofreni gibi gerçekle hayalin birbirine karıştığı istenmeyen hallere yol açabilir.

Yaratıcı insanlar arasında melankoli, depresyon, şizofreni, davranış bozuklukları ve madde bağımlılığı gibi durumların daha sık görülmesi de bu araştırmaların bulgularını destekler nitelikteki sonuçlardan bazıları gibi gözüküyor. Elimizdeki veriler kesin bir şeyler söylemek için yeterli olmasa da insanların yaratıcı düşünceler üretme açısından pek de eşit olmadıkları gerçeği göz önüne alınırsa, bu farklılığın biyolojik bir temele dayandığını düşünmek gayet mümkün ve mantıklı hale geliyor.

Bu sayede topluluğu oluşturan bireylerin bir kısmı “uçuk-kaçık” yaratıcı düşünceler üretebilirken, bir kısmı da sıkı ve sağlam çalışan filtre sistemleri sayesinde bu fikirleri adımlar halinde hayata geçirebilecek üretim becerisine sahip olabiliyor.


İnsan davranışlarına dair bilgilerimizin genel resmine baktığımızda, bizi rahatın kendisinden ziyade “rahat arayışının” motive ettiğini fark ediyoruz. Aynı şey haz için de geçerli; haz arayışı, çoğu zaman hazzın kendisinden daha zevkli bir deneyim oluyor. Bu garip durum, beynimizin ödül devrelerinin beklentiye ayarlanmış olması ile ilgili. Bu basit ve diğer tüm hayvanlarla paylaştığımız sistem, üst düzey zihinsel özelliklerimizle de birleşince, diğer bütün canlılardan farklı bir keşif ve yaratıcılık potansiyelinin temellerini oluşturuyor.


Beden aşırı rahat ve gevşemiş olduğunda, beynimize giden uyarıcı sinyaller de azalır ve beyin yavaşça uyanıklık düzeyini yitirir. Zira ortada çözülecek bir sorun, yapılacak bir iş veya dengelenmesi gereken bir bozukluk yoksa beynin boşuna işlem enerjisi harcamasına gerek yoktur. Bu nedenle, zaten en çok enerji tüketen beden parçamız olarak her fırsatta dinlenme arzusuyla yanıp tutuşan beynimiz, acilen uyku durumuna geçer. Kısacası, ortada bir sorun yoksa bilinçli beynimiz adeta devreden çıkar. Bu, bildiğimiz uyuşukluk ya da uykululuk hali gibidir. Sorunlar, sürprizler, rahatsızlıklar ve zorluklar, beynimizin uyanık kalıp çalışması için gereklidir.


Yaşam, ne olduğunu tam bilemediğimiz gizemli bir güçtür. Bu gücün henüz tarifini yapmaktan dahi uzağız. Bu tarifi yapmaya en çok yaklaşan kişi ise kuantum fiziğinin kurucularından Erwin Schrödinger olmalı. 1946 yılında yazdığı ve devrimsel etkiler uyandıran Yaşam Nedir? Başlıklı klasik eserinde Schrödinger, yaşam için “sürdürülebilir dengesizlik durumu” şeklinde özetlenebilecek bir tanım getirir.

Bunu sürekli su alan bir tekneye benzetebiliriz; tekne su alır ama içeri giren su, çabalarla veya motorlarla sürekli dışarı boşaltılabildiği takdirde yüzmeye devam eder. Yaşam işte genel olarak bu “gayret”in adıdır. Bu gayret biterse yaşam da biter. Gayretin ana amacı dengesizliği muhafaza etmektir.

Denge hali ise ancak ölüm anında gerçekleşir ve bunun sonucunda enerji harcama ihtiyacı sona erer. Özetle, denge hali hepimizi kaçınılmaz olarak bulacaktır. Tabii ki mezarda!


Tabiatta, hayvanlar tarafından bakılıp büyütüldüğü iddia edilen vakaların sayısı çok, fakat bunların arasında gerçek olma olasılığı yüksek olanların sayısı iki elin parmaklarını pek geçmiyor. Bu vakalara baktığımızda, maymunlar, kurtlar, köpekler, keçiler, ayılar ve hatta devekuşları tarafından büyütüldüğü iddia edilen çocuklar gözümüze çarpıyor. Bu tip çocuklar genellikle onlu yaşlarının başında, insanlarla rastlantısal olarak temasa geçtikleri zaman keşfediliyorlar.

Bu çocukların davranışları, emme alışkanlıklarından iletişim tarzlarına, tuvalet alışkanlıklarına kadar hemen her açıdan kendilerini hayatta tutup büyüten hayvanların davranışlarına benziyor. Çoğu, insanlarla buluştuktan yıllar sonra bile bir insan dili öğrenemiyor ve ömürleri boyunca basit seslerle yahut beden diliyle iletişim kurmaya devam ediyor.

Bu tür davranış bozuklukları, çocuk gelişiminde “kritik bir dönemin” varlığına dair elimizdeki en önemli kanıtlardan birini oluşturuyor. Kritik dönem kavramı, lisan öğreniminden temel davranışlara ve hatta görme, işitme gibi temel duyusal becerilere kadar bazı yeteneklerin ancak belirli bir gelişim döneminin bitimine kadar gelişebileceğini; bundan sonra ise bunları öğrenmenin mümkün olmadığını işaret ediyor.

Kısacası, hayatlarının ilk dönemlerinde insanlarla teması olmayan bu çocuklar, dış görünümleri dışında insana dair neredeyse hiçbir sosyal, bilişsel ve entelektüel yeteneği geliştiremiyorlar.

Feral çocuk vakalarındaki en temel becerilerden bile yoksun olma hali, bizim şekillenmemizde ve “ben” dediğimiz kişiye dönüşmemizde ilk çevremizin kaçınılmaz bir etkisi olduğunu açıkça gösteriyor. Peki, bu durum “bizde” nasıl karşılık buluyor? “Ben” diye benimsediğimiz, hatta her fırsatta korumaya çalıştığımız, değişmeye direnen, kendi olmaya çalışan o “ben”, aslında nasıl ortaya çıkıyor?


Çoğumuzun sol beyni otomatik ve düşünmeden yapılan görevlerde, seri hareketlerde, kalıp düşüncelerde ve çoktan seçmeli sorulara cevap verme gibi işlerde oldukça mahirdir. Mesela, yazı yazarken çoğu insanın sağ elini kullanması bu nedenledir. Beynin sol yanı, bedenin sağ tarafını kontrol eder ve yazı gibi otomatik ve karmaşık bir işi en iyi o sol taraftaki devreler becerir. Sol elini kullananlarda durum genellikle bunun tersidir; onların mahir elleri sol eldir çünkü beyinlerinin sağ tarafları bu tür işlerde daha baskındır.

Peki ya sağ taraf? O biraz daha karışıktır. Bir şeyi olduğu gibi algılamamız gerektiğinde, renkleri ve armoniyi çözümleme ihtiyacı duyduğumuzda, ilişkileri ve örtük anlamları fark etmemiz gerektiğinde sağ taraftaki şebekeler devreye girmek zorunda kalır. Ancak biri olmadan diğeri hep eksiktir, hatta tabiri caizse sakattır.


Eğitimin iyisi, bilgileri öğreten değil, bilmediğini fark ettirip öğrenme açlığı oluşturabilen eğitimdir.


Kanıtın yokluğu yokluğun kanıtı değildir.


Feraset: “Feres”, Arapça “at” anlamına gelen kelimelerden biridir. (At, Araplar için çok önemli bir hayvan olduğundan, çok sayıda kelime atlar için tahsis edilmiştir.) Aynı kökten türetilen feraset, “at görüşü” anlamına gelebilecek bir deyime işaret eder. Malumunuz, atların gözleri başlarının iki yanındadır ve bu sayede çok geniş bir görüş açıları vardır. Bir at, 65 derecesi iki gözlü (binoküler), 285 derecesi de tek gözlü (monoküler) olmak üzere toplam 350 derecelik bir alanı görebilir. Bu da ona doğada avcıları tespit etme konusunda büyük bir avantaj sağlar.

Bir başka açıdan, atların gözleri “insanların göremeyeceği kadar geniş bir alanı” görebildiği için, diğer insanların fark edemedikleri bağlantıları, ilişkileri ve fırsatları fark edebilenlere feraset sahibi denir. Feraset, yaşamsal deneyimle ilgilidir. Okulda öğretilebilir bir bilgi yahut beceri değildir.


Wittgenstein, çok önemli bir meseleye dikkat çeker: Gerçekten de lisanımızın kapasitesi kadar düşünebilir ve akledebiliriz. Lisanımızı oluşturan kelimeler, soyut ve somut kavramların karşılıkları ve işaretleyicileri olarak zamanla öğrenilir ve biriktirilir. Fakat zannettiğimiz gibi bu kavramlar zihnimizde ayrık bilgi parçaları yahut “bit”ler olarak depolanmaz. Bunun yerine kavram ve fikirleri daha ziyade “anlam bulutları” diyebileceğimiz dinamik bir formatta kaydederiz. Bulut dememiz, bulut bilişimine benzemesinden dolayı değil, zihnimizdeki kavram ve kelime “kayıtları”nın sabit ve değişmez olmaması sebebiyledir.

Mesela, muhtemelen “meltem” ve “fırtına” kelimelerini bilirsiniz; ikisi de hava hareketleri ile ilgilidir. İlki olumlu ve sakin bir anlam taşırken, ikincisi biraz olumsuz ve hatta rahatsız edici görünebilir. Halbuki bu kelimeler İtalyanca kökenli denizcilik terimlerinden doğmuşlardır ve kötü tempolu yavaş rüzgâr anlamındaki “maltempo” (mal: kötü; tempo: zaman, ritim, hava) ve talih, servet, zenginlik anlamındaki “fortuna” kelimelerinin dilimize geçmiş versiyonlarıdır. Yani normalde İtalyan denizcileri için “meltem” kötü bir rüzgârken, “fırtına” iyidir çünkü gemileri hızla hedefine taşır.

Bu kelimelerin kökenlerine dair bu bilgiyi eğer ilk kez az önce aldıysanız, yeni öğrendiyseniz, artık zihninizde kelimelerin ilişkili olduğu tüm anlamlar belirgin bir değişime uğrar. Meltem ve fırtına kelimelerine ait “bulutlar” birkaç dakika önceki gibi değildir. Tanımlar zenginleşmiş, bağlantılar artmış ve anlamlar genişlemiştir.


Sağlıklı psikolojik halin en önemli ihtiyaçlarından biri duygusal esneklik, dayanıklılık veya yılmazlık olarak adlandırılan beceridir (resilience). Ben bu terime Türkçe karşılık olarak “istikrar” kelimesini kullanmayı seviyorum. Duygusal istikrar, kötü bir hadise yahut olumsuz bir psikolojik deneyim sonrasında insanın normal ve sağlıklı psikolojik değerlendirme düzeyine ne hızla geri dönebildiğinin bir ölçüsüdür. Duygusal istikrar, “tekrar eski hale dönebilme” gibi bir anlam içerdiğinden, pasif bir hal olmaktan ziyade aktif bir süreçtir; çaba ister ve bu çabayı yönetebilecek beyin devrelerinin zaman içinde çalıştırılarak geliştirilmesi gerekir.

İstikrar kelimesi Arapça “k-r-r” kökünden, “karar” sözcüğünden türetilmiştir ve kararlı olma halini tanımlar. Kararlılık, kimyadan güncel hayata birçok yerde benzer anlamlar taşır. Bu anlamlar çoğunlukla “bozucu unsurların varlığına rağmen belli bir halde/yolda olabilme becerisi”ni tanımlar. İngilizce “resilience” kelimesiyle tanımlanan beceri de aslında aynı durumu anlatmak için kullanılan bir terimdir. Bu kelime de köken olarak geri-sekme veya geri-tepme anlamına dayanır. Açılan bir yayının tekrar eski haline dönmesi gibi “elastiklik” terimi ile benzer anlamlar taşır. Dikkat edilirse resilience, dayanıklılık, esneklik gibi tabirlerin hepsi “yapısal ve pasif” anlamlara daha yakındır. Bu nedenle, orijinali resilience olan bahse konu beceri için istikrar kelimesinin orijinal kelimeden daha açıklayıcı ve tamamlayıcı olduğunu düşünüyorum.


Duygularımız, düşüncelerimiz tarafından şekillendirilir. Nasıl bakarsak öyle görür, nasıl görürsek öyle hissederiz. Varsayılan ayar olarak olumsuzluğu tespit etmeye odaklı zihinler, doğal olarak her olumsuz durumda duygusal açıdan olumsuz uçlara savrulmaya çok daha yatkındır. Bu varsayılan ayar, bütün hayvanlarda “ürkeklik” olarak meydana çıkarken, insanda daha derin, depresyon ve travmalara varan sıkıntıları ortaya çıkarabilir.


İyimser bir gerçeklik.


Burada son bir not olarak “kabullenmek” kavramını biraz açmam gerektiğini hissettim: Kabullenmek, çoğu zaman zihnimizde acizlik ve itaat gibi sonuçları çağrıştırabiliyor. Mesela olumsuz bir durumu kabullenme önerisi, o durumdan etkilenen kişilerde genellikle daha isyankâr bir tepkiye neden olabilir. Fakat burada bahsedilen kabullenme, durumun gerçek boyutlarının kavranması, yargısız bir şekilde izlenmesi ve gerçeklerin olabildiğince objektif bir biçimde fark edilmesidir. Kabul, aktif bir zihinsel süreçtir ve irade ile düşüncenin müdahalesine ihtiyaç duyar. Böyle bir kabul, harekete kapı açar ve bizi durup beklemekten, bocalamaktan, korku ve paniğe kapılmaktan korur. Bunun zıddı ise yakınmak veya şikâyet etmektir. Şikâyet, aktif bir faaliyet gibi görünse de aslında pasifleştirici bir enerji sarfiyatıdır. Şikâyet, sorumluluğu üzerimizden alarak dış faktörlere yükleme zannı oluşturup geçici bir rahatlama sağlayabilir. Fakat bu rahatlama ne bir iyi hissetme halini ne de sorunların hallolmasına dair bir yol bulabilmeyi sağlar. Şikâyet sadece enerjiyi boşa harcamaktır. Çaresizliğin ikrarı, aksiyon almanın reddidir. Bunun tam tersi olan kabullenme, bizi olası yeni imkânlara doğru harekete geçirir.


Normal ve sağlıklı bir insanın içinde yetiştiği kültürden ve bağlamdan getirdiği doğal sınırlardan azade bir düşünce üretmesi, siz ona bir davranış yahut inanç ortaya koyması imkansız denecek kadar zor bir şeydir. Böyle bir durum, bir bilgisayarın işletim sisteminin kodlar arasında hiç yer almayan bir görevi yapmaya karar vermesi kadar imkansızdır. Çünkü neredeyse tüm zihinsel kodlarımız, hayatımız sırasında gördüğümüz ve deneyimlediğimiz bileşenlerden oluşur.


Beynimiz zaten çok enerji tüketen bir organdır ve özellikle bilinçli dikkat denen süreç, ön beyin devreleri tarafından yönetilen ve metabolik olarak oldukça “pahalı” bir süreçtir.

Bu masrafı en aza indirmek ve insanın zihinsel işlevlerini sürdürülebilir düzeyde tutabilmek için tüm canlılar aleminde ortak olarak kullanılan bir strateji bizde de iş başındadır. Bu strateji, karmaşıklık düzeyi ne olursa olsun tüm hareketlerimizi mümkün mertebe otomatik kontrol devrelerinin yönetimine bırakmak ve bilincimizi, her an karşımıza çıkabilecek olası sorunların çözümünde devreye sokmak üzere bekleme durumunda bırakmaktır.

Bu tip davranışlar, beynin bilinç işlevlerinin erişim kapsamı dışında kalan kısımları tarafından yönetilir. Böylece beynin aşırı enerji tüketmesinin ve sınırlı olan kaynakların gerçek bir beklenmeyen durumda hazırlıksız ya da yorgun yakalanmasının önüne geçilmiş olur.


Bunların ötesinde, çok daha pratik olarak, değişimlere uyum sağlayabilme becerimiz de yine bilinçli yaşam düzeyimizle yakından ilintilidir. Beklenmeyen durumlarla karşılaştığında, alışkanlık sınırlarının dışına çıkamayan insanlar hızla “kurban” psikolojisine geçiş yaparlar. Alıştıkları rutinlerin bozulması onlarda donma etkisi yaratır. Bu sınırların dışında gezinmeye alışkın olanlarda ise beklenmeyen haller, dürtükleyici ve harekete geçirici bir vesile haline gelir. Durumun vahametinden bağımsız olarak, şikâyet edip sızlanarak olduğu yerde beklemeyi reddeden bu tip insanlar, çoğu zaman diğer birçok insanın aklına bile gelmeyen yeni çözümleri hayata geçirebilme konusunda daha “anslı” veya “hazırlıklı”dırlar.

Zira fabrika ayarlarımızdaki adeta en temel varsayılan ayar olan belirsizlikle baş edebilme becerisi, modern zamanlarda hiç kullanılmadığından, çocukluğumuzdan itibaren yavaş yavaş bizi terk edebiliyor.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

6 + 3 =